Bir aşk, iki hayat, çok hüzün
Dünyanın en sıradan yaz aylarının birinde, dünyanın en sıradan akşamında, alelade bir kafede dünyanın en sıradışı kadınını gördüm.
Bunun için bir hazırlığım yoktu. O gün evden çıkarken, bu dünyada yaşamayı hak eden birkaç şeyden birine rastlayabileceğimi hayal etmemiştim. Sıradan bir akşam olsun istiyordum. Evimin iki alt sokağındaki kafenin terasında, ufukta deniz manzarasına karşı bir kahve içerim bir de kitap okurum diyordum. Ama işte hayat böyledir. Sürpriz yapmayı sever. Hiç beklenmedik anlarda köşe başlarından çıkıverir karşına.
Aslında sadece zihnim değil, gönlüm de bir sızlamaya hazır değildi. Olurverdi işte.
Kahvemi aldım. Her zamankinden biraz daha erken bir saatte, elimde kitabımla, terastaki kırmızı koltukta yerimi almaktı hedefim. Bulutlar her zamankinden daha güzeldi sanki. Tanrı'ya bulutları yaratmayı düşündüğü için teşekkür ederim.
Kafede pek kimse yoktu. Sadece ön masada bir kadın oturuyordu. Aslında benim planım onu görmezden gelmekti ama o beni o kadar iyi yok saydı ki, bu dayanılmazdı. Bilenler bilir, birisinin size nefretle bakması hiç bakmamasından çok daha iyidir. Kalkıp onu rahatsız etmek, biraz da çıkışmak istedim. Siz kendinizi ne sanıyorsunuz hanımefendi? Kim sanıyorsunuz? Gökyüzü sizinmiş gibi davranamazsınız!
Sonra hayat bana bir oyun oynadı ve onun gözlüğü yere düştü. Geldiğimden beri gizlice gözlerimi dikip ona bakıyordum, tabii ki gidip düşen gözlüğünü ona vermeliydim. Gözlüğü yerden aldım, önünde olmama rağmen o, el yordamıyla gözlüğünü arıyordu. "Afedersiniz," kafasını kaldırıp bana baktı. Zamanın durması böyle bir şey miydi? Dünyanın en derin ela gözlerinden bir kapı açıldı. Gözlerinin içindeki sarı yeşilli çizgiler gizli bir mektup gibiydi sanki, okunmayı bekliyor. Gülümsedi. Gözlerinin içi de onunla birlikte gülümsedi. Dudaklarının yukarı doğru kıvrımı sanki ders verir gibiydi. "Bakın gülümsemek böyle bir şeydir.". Galiba aşık oldum.
Elini uzattı, tokalaştım. Bu kez bir kıkırdıyla güldü.
-Merhaba. Rica etsem gözlüğümü alabilir miyim? Her ne kadar gözlerim sizin yüzünüzü ya da gözlüğümün yerini görecek kadar iyi olmasa da, güneş ışınları görmezden gelinmeyecek kadar güçlü. Biraz canımı acıtıyor.
Ne? Görmüyor muydu? Peki ona nasıl baktığımı görmese ruhumdan sızan aşkı, gözlerimdeki parıltıyı, merhameti, şehveti nasıl görecek? Anlaşılan hayat bana bir oyun daha oynamıştı. Ama beni onunla karşılaştırması yeterli bir çabaydı. Teşekkürler tanrım.
Bir süre nefes almadan baktım. Gözümün önünden 5-10 sene sonra, çocuklarımızla beraber piknik yaptığımız bir resim belirdi. O an hayattaki her şeyi bırakıp sadece onu sevmem gerektiğini düşündüm.
-Merhaba! Tabii ki, buyrun gözlüğünüz. Kusura bakmayın, bu gün evden çıkarken aşık olmayı beklemiyordum. Bir an afalladım.
Yine gülümsedi. Kızardı biraz.
-Ben Selim. Karşıdaki kırmızı koltuk.
-Hande ben de. Bu masa.
-Oturabilir miyim?
-Kırmızı koltuk küsmez mi?
-Anlayacaktır.
Bu karşılaşmaların en güzeliydi. Tanrı'ya bir daha teşekkür ettim bir an, göremediği için. Fena bir tip sayılmam ama ona bakışlarımı görse ya aptal ya da sapık olduğumu düşünüp arkasına bakmadan kaçabilirdi.
-Bugün ne giyiyorsunuz Selim bey?
-Yaz havalarına uygun keten bir pantolon, üstümde kirli beyaz, yine keten bir gömlek var. Renkleri biliyor musunuz? Pardon, bunu sormamam lazım sanırım. Özür dilerim, kırılmadınız umarım.
Yine gülümsedi. Allah’ım canımı almak mı niyetin bugün? Kalbim dursun istiyorsan lütfen daha insaflı bir yol seç, ne olur?
-Renkleri biliyorum. En sevdiğim renk mavi bir de turkuaz. Kabalık etmiş olmazsam yüzünüze dokunabilir miyim? Sizi bir daha görürsem tanımak isterim.
"Yakışıklı çocuksun" dedi ve benim hayatımın en güzel, en sancılı ama hiçbir zaman pişman olmadığım yılları başladı.
Onunla sohbet etmek dünyadaki en keyifli şey olabilirdi. Nasıl böyle rahat olabildiğini sormuştum bir gün. Görebiliyorken öyle değilmiş ama şimdi ona nasıl baktıklarını, üstüne gülmelerini, göz devirmelerini görmüyormuş. Ayrıca kör bir kıza kim, nasıl ve neden kötü davransınmış. Onunla tanıştıktan sonra, hayatımda hiç mutlu olmadığım kadar mutluydum. Yemeklerin tadı daha güzeldi. Çiçekler daha güzel kokuyor, renkler daha parlak. Sanırım insanları görmeye başladım. Önceden, yüzlerinde hangi duyguyu asmışlar asla fark etmediğim insanlar okunmayı bekleyen kitap gibi görünmeye başlamıştı önümde.
Hande'yle bazen parka giderdik ve o bana insanları anlatırırdı, önümde izlenilmeyi bekleyen onlarca hayat olduğunu farkederdim.
Her şey olması gerektiğinden çok daha iyi gidiyordu. Daha fazla ondan ayrı evlerde sabahlamak istemedim ve Hande'ye evlenme teklif etmeye karar verdim. Kabul eder diye düşünüyordum ama stresli bir dönemdi. Sonra bir akşam üzeri, tanıştığımız kafede, bu sefer kırmızı koltukta o otururken "Evlen benimle" dedim, o da "olur" dedi ve evlendik.
Benim evime taşındık. Bu süreç alışması biraz zor ama enfes bir dönemdi. Sevdiğim kadının hep yanımda olması bütün sorunların üstesinden gelmeye yetiyordu. Düzenimizi kurmuştuk ve mutluyduk.
Evleneli bir yıldan biraz fazla olmuştu. Çocuk sahibi olmak istedik. Bebek haberini ailelerimize bir kutlama yemeğinde verdik. Herkes çok sevindi. Hemen hazırlıklara başladılar. Kızımız doğana kadar odasında 5 yaşına kadar kullanacağı her eşyası vardı. Fakat hayat bu kez bize kötü bir oyun oynamıştı.
Dünyalar güzeli kızımız Toprak, birinci yaşını bile görmeden öldü. Doğduğu andan itibaren bir ayağımız hep hastanelerde geçirdiğimiz 10 ayın ardından, hayat bize küçücük bir mezar kazandırdı. Korkunçtu. O mezarın başındayken, Hande'nin göremediğine o kadar sevinmiştim ki anlatamam. Bu olaydan sonra ikimiz de kaldığımız yerden devam edemiyorduk. Hande'nin ağlamaları kesilmiyordu, hep kendini suçluyordu. "Kesin ben bilmeden bir şey yaptım, kör kadın nasıl bebek bakar, kendi kızımı koruyamadım..." daha neler neler. Toprak'ın odasında biriken her şey onun acısını kat be kat artırıyordu. Bir gün dayanamadım, her şeyi bavullara koyup, yetimhaneye bağışladım. Bunun üstüne haftalarca benimle konuşmadı. "Ne halde olduğumu görmüyor musun?" diyip durdu. Aslında o benim ne halde olduğumu görmüyordu. Kızımı toprağa vermiştim, gittim ve kendi ellerimle üstüne toprak attım sonra da gelip karımın kendini tüketmesini izliyordum. Ben onun ne halde olduğunu görüyordum ama o beni asla görmedi...
Bir sabah Hande eskisi gibi mutlu, cıvıl cıvıl bir sesle uyandırdı beni. Kahvaltı hazırlamıştı. Şarkılar söylüyordu. Mutluluktan ağlayabilirdim. Onu bu halde görmeyeli hayli zaman olmuştu. Korkarak neden bu kadar mutlu olduğunu sordum, kötü bir rüya gördüğünü ama her şeyin geçtiğini söyledi. Sonra "babası geç kaldın, hadi hazırlan" dedi. Eski günlerdeki gibi. Hayatımda en korktuğum şeylere yeni bir şey daha eklendi. BABASI! Yaşayan bir çocuğunuz varsa bu duyması keyifli bir kelime ama bizim durumumuzda... Kısa sürede ne olduğunu anladım. Hande kabullenemediği gerçekliği bırakıp kendine yeni bir gerçek yaratmıştı. Kızımız yaşıyordu! Korkarak Toprak'ın odasına gittim ve bir kutunun içine yapılmış oyuncak bir beşik ve içinde bir bebek. Oyuncak bir bebek. Sessiz olmamı ve Toprak'ı yeni uyuttuğunu söyledi. Birden nefesim kesildi, bir türlü ciğerlerime hava çekmeyi başaramadım ve koşarak evden çıktım.
Hayat bana bir oyun daha oynadı ve ayaklarım beni Burcu'nun evine getirdi. Artık duygusal bir bağımız kalmadı deyip 3 sene önce terkettiğim eski sevgilim. Belki artık orada yaşamıyordu. Böylesi en doğrusu olurdu, belki hayatında biri vardı, belki evlenmişti ama yine de kapıyı çaldım ve kapı açıldı. Yıllar sonra Burcu, bıraktığım yerdeydi. Onu görünce daha fazla dayanamadım ve dizlerimin üstüne yığılıp saatlerce ağladım. Kendi halime, karıma, kızıma, belki asla eski haline dönmeyecek hayatıma ağladım. Bir çocuk gibi, iç çekerek. Kendime engel olamıyordum. Daha fazla kaldıracak gücüm yoktu. Burcu beni güç bela düştüğüm yerden kaldırdı, içeri götürdü. Bir şey demeden sarıldı, daha çok ağladım. Sanırım bunca zaman içime attığım her hüzün, her acı, her hüsran dışarı dökülmek için bir kapı bulmuştu. Burcu'nun salonundaki koltukta ağlayarak uyuya kaldım. Ertesi sabah bir şey demeden evden çıktım. Hande'nin ailesini aradım. Bizim eve gittik. Tek başıma Hande'yi öyle görmeye mecalim yoktu. Lütfen kendine gelmiş olsun diye dualar ederken içeri girdim ama kucağındaki oyuncak bebekle evde dolanıyordu. Annesi görünce bebeği elinden aldı, biraz konuşmak istedi ama Hande gerçekleri duyunca ciğerlerindeki son nefesi dışarı atarcasına bağırıp, ağlamaya başladı. Hemen hastaneye geldik ve doktor bir süre orada kalması gerektiğine karar verdi.
Güzdüleri işten sonra hastanede, akşamları Burcu'da geçiriyordum. Hasta ve kör karısını aldatan aşağılık bir adamdım. Karımdan boşanmaya gücüm yoktu. Aslına bakarsanız Hande'yi çok seviyordum ama onunla birlikte olacak kadar dirayetli bir adam değildim. Bir an önce düzelsin ve eski hayatımıza geri dönelim istiyordum. Bu, Burcu'ya da çok büyük haksızlıktı.Galiba dipsiz kuyulara düşen bir tek Hande değildi. Çıkamıyordum.
Hande beş ay kaldı orada. Her geçen gün iyiye gidiyordu. Bazı günler beni daha çok özlüyordu. Sarılıp uyumak istiyordu, bazen bir pişmanlık yaşayıp "seni çok ihmal ettim" diyip ağlıyordu. O günlerde iyice kahroluyordum. Karıma bunu nasıl yapardım? Ne ara bu kadar onursuz birine dönüşmüştüm? Ama içten içe her zaman kendime bir bahane buluyordum.
Hastaneden çıkmaya yakın Hande oldukça iyileşmişti. Sanırım bendeki farklılığı anlıyordu. Bir iki kez ağzımı arar gibi oldu. Geçiştirdim hep. Doktor bize çıkış tarihini söylediğinde Hande benimle konuşmak istediğini söyledi.
-O eve dönmek istemiyorum.
-Tamam hayatım, sen hiç merak etme. Ben hemen yeni bir yer tutarım. Annemle hallederiz.
-Eski hayatıma da dönmek istemiyorum.
-Eşyaları falan diyorsan değiştirelim. İstersen bir süre annemlerde kal. O sırada ben halle...
-Hayır anlamıyorsun. Ben ayrılmak istiyorum.
Üstüme bir kaya düşmüştü sanki. Aylardır karımı aldatıyordum. Bana en çok ihtiyacı olduğunda onunla değildim. Defalarca ayrılmayı düşünmüştüm aslında, ama onu deli gibi seviyordum ve her şey düzelebilirdi. Ben beklerdim, aylarca beklerdim. Hiçbirinizin tahmin edemeyeceği kadar bekleyebilirdim. İkimiz de zor zamanlar geçirmiştik. Üstesinden gelebilirdik. Beni dinlemedi. Sadece yutkundu ve "bize yaşattıkları için hayata biraz kırılgınım" dedi.
Ayrıldık.
Burcu bu kez onunla olmamı bekliyordu ama ben sorumsuz, aşağılık bir adamdım ve başka bir ilişkiyi kaldıracak durumda değildim. Onu aynı evde bir kez daha terkettim. Bu şehir bana artık yaşamak için çok dar gelmeye başlamıştı ve onu da terkettim.
Birkaç ay önce yaklaşık on yılın üstüne İstanbul'a geri döndüm. Bütün yaşananların üzerinden takvim yaprakları akmıştı. Her düşen yaprakta, her mevsimde anılar biraz daha uzaklaşmış. Üzüntülerin üzerine de toprak atılmıştı. Ben yaşlandım. Saçlarım döküldü, kalanlar da beyazladı. Güzel anıları gülümseyerek hatırlayabiliyorum artık.
Bugün beklenmedik bir şey gördüm. Hande. Bir kız çocuğunun elinden tutmuş, diğer elinde de babası olduğunu düşündüğüm bir adam. Birden kalbim kocaman bir hançer saplanmasıyla sanki bin parçaya ayrıldı. Öylece bakakaldım. Hepsi gülümsüyordu. Küçük kız bir şeyler anlatıyordu annesine. Belki dışarıdaki insanların nasıl göründüğünü. Hande de değişmişti. O da yaşlanmış gibiydi. Saçlarının rengini değiştirmiş. Hala çok güzel.
Ona ilk günkü gibi uzun uzadıya baktım. Gönlümden, gözümden bu kez acı dolu özlem sızdı. Ama o yine göremedi.
Ailesiyle uzaklaşıp mutlu hayatına karıştı. Benim kızımın baba diyemeden üstüne duvarlar örüldü. Burcu hep beklediği ama onu kullanmaktan başka bir işe yaramayan adamla asla kavuşamadı. Selim yani ben, kendim olmak gibi ağır bir yükle hayatta kalmaya devam ettim. Ben de yaşattıkları için hayata biraz kırgınım galiba. Geçer mi?
Hastahaneden çıktıktan sonra. -O eve dönmek istemiyorum. Diyaloğunun devamında burculara gidelim korkusu oluştu bende… eline sağlık… tebrikler
YanıtlaSilOo fena olurmus. Yani Selim biraz pislik felan ama o kadar degildir yaa
Silİyi günler
SilGerçekten çok guzel bir yazı. Gözlerim dolarak okudum.
Tesekkur ederim💛
SilTebrkkler
YanıtlaSilTanrı'ya bulutları yaratmayı düşündüğü için teşekkür ederim. İbaresi biraz daha düzeltelim. Yanlış anlam verebilir bazı insanlar
YanıtlaSilEtkileyici ve akıcı bir hikaye.
YanıtlaSil