îki ters bir düz

Düğün günüm hayatımın en mutlu günüydü belki. Rüya gibi bir düğün olmuştu. Salon, yemekler, çiçekler, hatta o dönemin ünlü sanatçılarından biri bile sahne almıştı düğünümüzde. Planlama için işin uzmanlarıyla çalışılmış, bana onlarca kıyafetin arasından istediklerimi seçmekten başka bir iş kalmamıştı. Şimdi ki gençler olsa bundan rahatsız olup, benim istediğim gibi olsun derler muhtemelen ama ben çok iyi biliyordum ki bu kadar büyük bir aileye gelin olmanın sorumlulukları vardı ve ona göre davranmalıydım. Bu sebeple her şeye başkalarının karar vermesi beni hiç rahatsız etmedi, aksine keyif aldım.

Nüfuslu bir ailenin, yüksek mühendis oğluyla evleniyordum ve bu gibi hikayelerde olanın aksine kocamı seviyordum. Uzun boylu, yakışıklı, güler yüzlü, saygılı, merhametli, yaptığı işi en iyi şekilde yapan ve etrafı tarafından saygı duyulan bir adamdı. Ailesi benim ailemin seviyesinin çok üstünde olmasına rağmen beni kendilerine layık görmüşlerdi ve istemişlerdi; bizimkiler de ağızları kulaklarına varana kadar gülüp hemen kabul ettiler.

Sonradan öğrendim ki, kocam benden önce dili, dini, adetleri farklı olan birine gönlünü kaptırmış, onunla evlenmek istemiş. Tabii ailesi izin vermeyip ona bizim buralı, zengin ailelerin kızlarını gösterince inat edip hiç birini istememiş. Ben, onların evinde çalışan Gülten teyzeyle çarşıda selamlaşırken, beni görmüş ve "Bu kızı istiyorum" demiş. Bir nevi ailesine ceza vermek. Ailesi biraz araştırıp, düzgün insanlar olduğumuzu görünce kabul etmiş. Bunu öğrenince biraz içim burkulmuştu ama zaten görücü usulü evlenecektim, bizim oralarda, o zamanda başkası pek mümkün değildi. En azından kocam beni görüp, beni seçmişti. Ben de onu beğenmiştim. Bu mutlu olmak için fazlasıyla yeterliydi.

Bizim eve haber gönderdiklerinde ailemin sevincini görmeliydiniz. Cennetten yer verilseydi ancak bu kadar sevinirlerdi muhtemelen. Sadece kızları iyi bir aileye gelin gitmiyor, dünürleri sayesinde onlar da şehirde saygın bir aile mertebesine yükseliyordu. Maddi olarak zorlansalar da ellerinden gelenin en iyisini yaptılar, beni hiç mahcup etmediler. Ara sıra sofra adabı, genel ahlak kuralları konusunda küçük yanlışlar yapıyorduk tabii ama affedilmeyecek şeyler değildi. Zamanla alıştık.

Her şey yolunda gitti ve göz kamaştırıcı bir gelinliğin içinde, üç gün üç gece süren ve çok değerli misafirlerin katıldığı bir düğünle dünya evine girdik.

Maddi olarak bir engel olmamasına rağmen bir süre kayınvalidem ve kayınpederimle aynı evde yaşadık. Adetler bunu gerektiriyordu. Evden ayrılmamız kocamın genel merkezi Amerika'da olan bir şirketten hem iş hem ortaklık teklifi almasıyla oldu. Teklifi kabul etti ve Amerika'ya taşındık.

Hayatımın daha güzel günlerinin kapısı açılmış oldu. Ben hep çalışkan bir öğrenciydim. Çat pat İngilizcem vardı, bir hoca tuttuk ve kısa zamanda bana günlük hayatımı idame ettireceğim kadar İngilizce öğretti. Zamanla daha da gelişti. Ben hemşirelik okumuştum. Hiç işimi yapmadım tabii ama eşim istersem üniversiteye devam edebileceğimi, bunun için elinden geleni yapacağını söylüyordu. Kısa zamanda yeni çevremize alıştık ve hatta sosyeteye girdik. Davetler veriyor, davetlere katılıyorduk. Mutluktan ayaklarım yere değmiyordu.

Eşim beni sever ve saygı duyardı. Çok çalışır, ben de onun rahat etmesi için elimden geleni yapardım. Akşamları beraber yürüyüş yapar, sinemaya giderdik. Büyük davetlere hiç yalnız gitmez, her seferinde yeni bir şeyler almak için beraber alışverişe giderdik. Benimle ilgilenmeye zaman bulamadığında bana notlar bırakır, çiçekler gönderir, gönlümü alırdı. Dolabımdan en güzel kıyafetler, mücevher kutumdan pahalı parçalar eksik olmazdı. Üniversiteye başlamak için hazırlık yapıyordum, birkaç derse katıldım ama sonra beklenmedik bir şey oldu. Yorgunluktan yerimden kalkamadığım günlerin birinde, bir de dersin ortasında mide bulantısıyla sınıfı terk edince hamile olduğumu anladım. Akşam eve gelince eşime sürpriz yaptım, çok sevindi. Artık gerçek bir aile oluyorduk. Ben anne olacaktım, o da baba. Mutluyduk, her şey yolunda gitti. 9 ay, on gün sonra tıpkı babasına benzeyen bir kızım oldu. Kocamı o kadar çok seviyordum ki, kızımın ona benzemesine çok sevindim. Ailesi bizi ziyarete geldi, benim ailem hediyeler gönderdi. Zaman hızla akıp gitti.

Yaklaşık 4 yıl sonra ikinci kızımız ve ondan 12 yıl sonra da üçüncü kızımız dünyaya geldi. Düzenli, mutlu bir hayatımız vardı. Eşim şirketin en büyük ortağı olmuştu. Amerika vatandaşı olmuş ve iki ülkede de güzel birer ev yaptırmıştık. Türkiye’de ve başka ülkelerde şirket şubeleri bile açmıştık. Biz kazandıkça başkalarına da yardım etmeyi ihmal etmedik. Evsizler için barınaklar, çocuklar için okullar yaptırdık. Kendi çocuklarımızı da en güzel şekilde yetiştirmek için çaba gösteriyorduk. Büyük iki kızımızı sevdikleri kişilerle evlenip, yuvalarını kurdular ve çocuklar ve damatlarla beraber daha büyük bir aile olduk.

En küçük kızım 11 yaşındayken, hayatımız tam orta yerinden ikiye ayrıldı. Dünyanın sonu gibi bir şeydi. Eşimin şirketi birden bire iflas etti. Her şey altüst oldu. O zamana kadar kendine özen gösterip, sağlıklı beslenen, spor yapan, yaşıtlarından belki beş yaş daha genç görünen adamın, birkaç günde nasıl 15 yaş yaşlandığına şahit oldum. Perişandık. Sürekli başka ülkelerdeki şubelere gidip geliyor, işsiz kalan insanlara durumu anlatıp, kalan son paralarla durumu kurtarmaya çalışıyordu. Koca evde küçük kızımla beraberdim ve endişeyle neler olacağını öngörmeye çalışıyordum. Bu süreçte eşimin en büyük destekçisi ben olmalıydım ama galiba gerçek hayatta işler öyle yürümüyor. Bazen bize baktığında, aslında hiç olmasaydık hayat onun için daha kolay olabilirdi diye düşündüğüne eminim.

Etrafa bir şey söylemeden, durumu gizli tutmaya çalışıyor, borç alabileceğimiz varlıklı dostlarımızdan yardım almayı umuyorduk. İşler pek de öyle gitmedi. En azından Türkiye’deki şubeyi elde tutabilmek için Türkiye’ye döndü. Asla bizi aramıyor, ne yapıyoruz, ne yiyip ne içiyoruz sormuyordu. Muhtemelen verecek bir cevabı da parası da yoktu, o yüzden. Ailesi de artık yardım edebilecek bir durumda değildi. Sürekli onu aradım, konuşmak istiyordum. Bazen sadece sesini duyup, iyi olduğunu bilmek istiyordum. Ama en iyi ihtimalle kız kardeşiyle konuşabiliyordum. Sürekli çalışıyor, çalışıyordu. Türkiye’deki evimiz ve arsalarımız satıldı önce. Küçük kızımla beraber Amerika’da hayatta kalmak için çevremizden gizli mücevherlerimi, ev eşyalarını satıyordum. O kadar varlıklı bir hayattan, ekmek almak için eşyalarını satan birine düşmeyi kendime yediremiyordum. Halbuki kendi ailem o kadar da varlıklı değildi. Ben küçükken annemin borç ödemek için tek mücevheri olan alyansını sattığını hatırlıyorum ama işte ne kadar yükseklikten düşersen acısı o kadar büyük oluyor. Sürekli neden böyle bunlara layık görüldük diye soruyordum, anlam veremiyordum. İyi insanlardık, yardımseverdik, bencil değildik, kimseye bir zararımız olmadığı gibi çok yararlarımız dokunmuştu ama kader bizi başkalarının kapısına paspas yapmaktan geri durmamıştı.

Komşularımın yüzüne bakmaya çekiniyor, olur da birisi sorarsa ne derim diye düşünmekten delirecek gibi oluyordum. Elimde olmayan parayla fatura ödemeye çalışıyor, bir taraftan da kızımı teskin etmeye çalışıyordum. Eşyaları ve mücevherleri satarak yedi ay kadar yaşadık. Sonra Amerika’daki ev de satıldı tabii. Bu kadar şey olurken eşimle kaç kez telefonda konuşmayı başarabilmişimdir bilinmez ama bir elin parmağını geçmez desem yalan olmaz. Bu ezilmişliğin ve aşağılanmanın üstüne bir de terk edilmek düşmüştü. Biliyordum, bizi terk etmek için yapmadı ama ben ona güvenmiştim, sanmıştım ki ne olursa olsun o ailesine sahip çıkar. Beni bir başıma bırakmaz. Her zaman ona yaslanabilirim. Ama o kendi savaşlarının mücadelesini veriyordu, yalnız, ben de kendiminkileri, yalnız. Geri dönecek kadar paramız yoktu, bilet alamazdım, büyük kızlar burada yaşıyordu ve küçük kızım okula gitmeliydi. Para lazımdı. 52 yaşımdı, hayatında bir gün bile çalışıp, para kazanmayan, zamanında tek seferde evinde belki 8-10 yardımcı çalıştıran ben, çocuk bakıcılığı yapmaya başladım. Yıllar içinde kendimi oldukça geliştirmiştim. Baktığım çocukları okullarından alıp, eve getiriyor, derslerinde yardımcı oluyor, onlara resimden satranca, Fransızca’dan yemek yapımına kadar bir sürü farklı şey öğretiyordum. Büyük kızımın da yardımıyla hayata yeniden tutunup, küçük kızımı da ablaları gibi iyi yetiştirmek için elimden geleni yaptım. Hayat bana kendi doğurduğum kızımın bana annelik yaptığını da gösterdi. Çok zor yıllardı. Parasızlık mı daha yorucuydu yoksa terk edilmek mi bilemedim. Eşim dört yıl sonra, bir haftalığına geri gelip çocukları ziyaret etti. İşler yoluna girmemişti. Hala eski hayatını kurmaya çabalıyor, çocukları sevip kucaklarken benden gözlerini kaçırıyordu. Onu hala çok seviyordum. Eski hayatımızı deli gibi özlüyordum. Çocuklar uyusa da, çardakta başbaşa oturup muhabbet etsek diye beklediğimiz günleri bir hazine gibi saklamalıymışım meğer. Geç anladım. Ama bu kadar sevgi ve özleme rağmen onu affedemiyordum. Beni öylece bırakıp gitmesini, telefonlarıma dahi cevap vermemesini hazmedemiyordum. Hoş, onun da af dilediği falan yoktu. Hepimiz sadece üzgündük ve bu konuda yapacağımız hiç bir şey yoktu. Gitti. Hayat devam etti. Hala belki birkaç ayda bir telefonlarıma cevap verdi. O hiç aramadı. Üç yıl sonra tekrar geldi. Yine bir hafta kalıp gitti. Kocası olan dul bir kadındım ben. Bazen sevgim öfkemi yener, özlemden ağlardım, bazen öfkem sevgimi yener, sinirden ağlardım. Ama hep ağlardım. Başkalarının görmediği kuytularda ağlardım.

Yıllar yılı kovaladı. Bir şeyler düzelmeye başlamıştı yavaş yavaş. Eşim Türkiye’de yeni bir ev almıştı. Küçük, sevimli bir ev. Bahçesine hanımeli diktiğini söyledi. Hanımeli benim en sevdiğim çiçekti ve bu onun dilinde, yılların terkedilmişliği, çaresizliği ve yalnızlığı için bir özür demekti. Galiba bana da yetmişti. Tekrar kavuşacak, bir aile olacaktık.

Küçük kızımız 21 yaşına gelmiş, aşık olduğu bir adamla evlenmek istiyordu. Yaz aylarından birine düğün tarihi almıştı. Kızımın nişanlısı Asyalıydı ve önemli olaylar için yıldızlara bakıp gün belirleme adetleri vardı. Düğünleri için en iyi tarihin Şubat’ın 4’ü olduğunu söylediler ve düğünü o tarihe aldılar. Eşim 3 Nisan’da gelip beni de almayı ve evimize dönmeyi planlıyordu. Ama kızımızın düğününü kaçırmazdı. 4 Şubat’ta Amerika’ya geldi. Belki on yıldan fazla zamandır onu üçüncü görüşümdü bu. Yaşlanmış, saçlarında siyah saç kalmamıştı. 60’lı yaşlarında ama bir asırlık gibi görünüyordu. Öncekilerden farklı olarak bu kez mutluydu. 3 Nisan’da gelip beni alıp gidecekti. Hayatımızın üstü alta döndükten sonra, tekrar üste çıkmaya başlamıştı. Bir kez daha umutluydum.

Kızımızı güzel bir düğünle evlendirdik. Eşim geri döndü. Ve 2 ay sonra gelip beni alacağını, hazırlanmamı söyledi. Tahmin edeceğiniz üzere bu kavuşma hiç gerçekleşmedi. Onu son görüşümün üstünden bir ay, 8 gün geçmişti. 19 Mart günü telefonum çaldı ve görümcem, abisinin o gün kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiğini söyledi. 15 gün daha bekleseydi, kavuşacaktık. Bu kez öyle üç-beş günlüğüne değil, belki ölüm bizi ayırana kadar kavuşacaktık. Ölüm bizi kavuşmadan ayırdı. Bazen ölüme kızdım, acelen neydi diye, bazen kocama kızdım neden beni terk etmeyi adet edindi diye. Cenazesini Türkiye’de yaptılar, gidemedim. Emeklilik günlerimi, bahçesinde hanımeli olan, küçük bir evde geçirmekti hayalim. Olmadı. Ömrümün ilk yarısında cennetleri yaşarken, ikinci yarısında defalarca ölümü istediğim bir çaresizliğe düştüm. Kimi zaman ölümü istemek bile bir ayrıcalık gibi geldi çünkü onunla ilgilenmemi bekleyen küçük bir kız çocuğu vardı. Gençliğimde, hayallerimin ötesinde birisiyle bir yuva kurmak nasip olurken, yaşlılığımda terk edilmenin ilahını yaşadım.

Şimdi 85 yaşındayım. Türkiye’ye gidip ölümümü orda bekleyecekken, belki yine olmadı. Bazı yasa değişiklikleri yüzünden, kendi ülkemden mülteci gibi çıkıp tekrar Amerika’ya geldim. Bir zamanlar, ülkenin en önemli insanlarıyla davetlerden, davetlere koşup, aynı kıyafeti iki kez giymezken, şimdi, ikinci el kıyafetler giyip, koca yaşıma rağmen bakıcılık yaparak geçinen, yalnız bir kadınım. Kızlarımın varlığına çok duacıyım. Eşimi son bir kez görmeme neden olan yıldızlara çok minnettarım. Çok şey yaşadık, yaşandı. Ne olursa olsun bu hayatı yeniden isterdim diyemeyeceğim. Aynı adamla, küçük bir evde, belki kıt kanaat geçinip, birlikte yaşlanmayı, o zengin şaşalı günlere 100 bin kere tercih ederdim.

Hayat böyledir, bazı sonuçlar, sebeplere bağlı değildir. Hatta çoğunlukla sonuçların sebeplerle bir alakası yoktur. Her şeyi olması gereken en iyi şekilde yapsanız da bazen boyunuzu aşan, dalgalı denizlerde boğulmadan hayatta kalmak zorunda kalırsınız. Bazen yalnızlık sizi hiç beklemediğiniz yerden vurur, terk edilmek üzerine yazılan şarkıların hepsine ancak gülüp geçersiniz. Bazen başkalarına bakıp, "siz ne çektiniz ki" diye kıyas bile yapamazsınız çünkü bazı acılar kıyas kabul etmez, bazı büyüklüklerin kıyas kabul etmediği gibi. Ama yine de yaşamaya devam edersiniz. Bazen bir umut kırıntısına muhtaç kalarak, bazen bir ekmek kırıntısına. Bazen birinin size sıkıca sarılmasına ihtiyacınız duyar, bazen sadece sevdikleriniz hayatta olduğuna şükredersiniz. Hayat sizi var olan bütün renklere boyar ama ölmezsiniz. Bu da size verilen bütün yükleri kaldırdığınıza dair bir siirdir. Bütün bu olanların sebebi neydi, tamam, ben bütün bu olanları kaldırabildim ama ne gerek vardı diye soracak olursanız da, cevap belli: herkesin konusu olması gerektiği bazı şiirler vardır ve o şiirler mutlaka yazılır...

Yorumlar

  1. Bazı şiirler vardır ve yarım kalır. Belkide o şiirler hiç başlamamalıydı. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Denemeden bilemezsin🤷‍♀️

      Sil
    2. Denendi yada denenecek gibi oldu...

      Sil
    3. Well, then her şeyde bir hayır vardır deyip, başka şiirler yazmalı

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Boşluk

Kırk yıllık hatır